JOHN LOCKE:

İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ VE HOŞGÖRÜ ÜZERİNE, 1685

locke.gif (29740 bytes)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlk olarak, hiçbir kilisenin hoşgörü görevi dolayısıyla, onca uyarıdan sonra, cemaatin kanunlarına karşı suç işlemeye inatla devam eden hiç kimseyi koynunda barındırmakla yükümlü olmadığını kabul ediyorum. Çünkü bunlar cemaatin varoluş şartı olduğundan, onların ihlal edilmesine hiçbir eleştiri olmaksızın müsaade edilirse, bu halde toplum derhal çözülür. Ama, her halükarda aforoz uygulaması ve cezasının, bu yüzden topluluktan atılan kimsenin bedenine yahut mallarına herhangi bir surette zarar verecek hiçbir hoyrat muameleye sevk etmemesine dikkat edilmesi gerekir. Çünkü bütün zor kullanma yetkisi yargıya aittir ve hiçbir özel şahsın, haksız bir zorbalık karşısında kendini savunma durumunda kalmadıkça, hiçbir zaman zor kullanmaması gerekir. Aforoz etmek, aforoz edilen kişiyi önceden sahip olduğu sivil çıkarlarından ne mahrum bırakır, ne de bırakabilir. Bunların tümü, sivil-siyasi yönetime aittir ve hukuk sisteminin koruması altındadır. Aforozun bütün gücü şunlara bağlıdır: topluluğun kararlığının bu bakımdan belirtilmesine; bütün ile bazı üyeler arasındaki anlaşmanın feshedilmeye başlamasına; toplumun oluşturduğu belirli işlere iştirakin engellenmesine, yani ilişkinin kesilmesine ve hiç kimsenin herhangi bir sivil hakkının elinden alınmaya kalkışılmamasına.

İkinci olarak, belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, o başka kilise veya dindendir diye, sivil çıkarları konusunda zarar vermeye hiçbir surette hakkı yoktur. Bir insan yahut bir yerde ikamet eden kişi olarak ona ait olan bütün hakların ve ayrıcalıkların bozulamaz bir şekilde korunması gerekir. İster bir Hıristiyan, ister bir putperest (pagan) olsun, ona hiçbir şiddet yöneltilmemeli ve kötülük edilmemelidir. Hayır, çıplak adaletin dar ölçüleriyle kendimizden memnun kalmamalıyız; merhamet, cömertlik ve geniş fikirlilik buna ilave edilmelidir. İncil’in emrettiği budur, aklın buyurduğu budur ve içinde doğduğumuz doğal ortaklığın bizden talep ettiği budur. Eğer bir insan doğru yoldan ayrılırsa, bu onun kendi talihsizliğidir, size hiçbir zararı yoktur; bu hayatta yapıp ettiklerinin öteki dünyada onu perişan etmesi beklendiğinden onu cezalandırmamız gerekmez.

Dince birbirlerinden farklı olan kişilerin, birbirlerini karşılıklı olarak hoş görmelerine ilişkin olarak söylediklerimi, kendi aralarında tıpkı özel kişiler gibi ilişki kuran belli kiliseler için de geçerli sayıyorum. Bu kiliselerden biri, diğeri üzerinde hiçbir yargılama yetkisine sahip değildir; yönetici şu veya bu komünyona girdiği zaman bile değildir. Çünkü, ne sivil yönetim kiliseye yeni haklar verebilir, ne de kilise sivil yönetime. Öyle ki, siyasi yönetimin başı, ister herhangi bir kiliseye katılsın, ister ondan ayrılsın, kilise daima önceden olduğu gibi kalır –özgür ve gönüllü bir topluluk olarak. O, yöneticinin gelmesiyle ne kılıcın gücünü talep eder, ne de yöneticinin gitmesiyle eğitme ve aforoz hakkını kaybeder. Bu, -bu topluluğun, kendi kuruluşunun kurallarını ihlal eden üyelerini uzaklaştırma hakkı vardır; ama yeni üyelerin iştirakiyle kendisine katılmayanlar üzerinde herhangi bir yargılama hakkı kazanamaz. Ve bundan ötürü, barış, eşitlik ve dostluğa, aynen özel kişilerde olduğu gibi ve birbirleri üzerinde hiçbir üstünlük ve yargılama iddiası taşımadan, belli kiliseler tarafından da saygı gösterilmesi gerekmektedir...

Sözün kısası, hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne kiliseler, hatta ne de devletler olarak, din vesilesiyle birbirlerinin dünyevi mallarına ve sivil haklarına tecavüz etmek yetkisine sahiptir. Başka kanaatte olanlar, böylece, insanlığa nasıl öldürücü bir ihtilaf ve savaş tohumu ettiklerini, sonsuz düşmanlıkları, yağmaları ve katliamları nasıl tahrik ettiklerini kendi başlarına iyice düşünsünler. Bu düşünce, egemenliğin zorla tesis edilmesi ve dinin silah gücüyle yayılması gerektiği fikrine üstün gelmedikçe, insanlar arasındaki ortak dostluk korunamayacağı gibi, ne barış ne de güvenlik tesis edilebilir.

Üçüncü olarak, hoşgörü görevinin bazı ruhani nitelikleri ve işleri ile (ister kardinal, rahip, papa, keşiş olsunlar, ister şu veya bu şekilde ayırt edilmiş olsunlar) insanlığın artakalanından (onların bizi adlandırmak istedikleri gibi, diğer mesleklerden olanlardan) ayrılan kişilerden ne talep ettiğine bakalım. Burada ruhban sınıfının değerini ve kökensel gücünü sorgulamak benim işim değildir. Ben sadece şunu söylüyorum, otoriteleri nereden doğmuş olursa olsun, ruhani olduğu için, bu otoritenin kilise sınırları dahilinde kalması gerekir ve bu, hiçbir şekilde sivil işlere yayılamaz. Çünkü kilisenin kendisi devletten ayrı ve farklı bir şeydir. Her iki tarafta da sınırlar sabittir ve değiştirilemez. Kim kökenlerinde, gayelerinde, işlerinde ve herşeyde birbirlerinden olağanüstü ölçüde ayrı ve sonsuz derecede farklı olan bu iki toplumu birbirine karıştırırsa, o cennetle dünyayı, en uzak ve en karşı şeyleri hep birlikte karmakarışık eder. Bundan dolayı, hiç kimse, hangi ruhani görevle şereflendirilmiş olursa olsun, kendi kilisesinden ve inancından olmayan başka birini aralarındaki din farklılığı sebebiyle dünyevi malların bir kısmından veya özgürlüğünden mahrum edemez. Çünkü bütün kilise için yasal olmayan herhangi bir şey, bir ruhani hakla, onun üyelerinden biri için yasal hale gelemez.

Fakat hepsi bu kadar da değildir. Kilise adamlarının şiddet, yağma ve zulmün bütün türlerinden kaçınması yetmez. Havarilerin halefi olduğunu ileri süren ve öğretim işinin sorumluluğunu üstüne alan kilise adamı tembihlerini bütün insanlara, yani Ortodoks olanlara olduğu kadar hatalı olanlara, imanda ve ibadette kendilerini kabul edenlere olduğu kadar kendilerinden farklı olanlara da yöneltmeye, onları barış ve iyi niyet görevleri hususunda uyarmaya mecburdur. O, sebatkar bir şekilde, ister sade bir insan, ister yönetici (eğer kilisesinde bunlar olacaksa) olsun, bütün insanları şefkate, tevazuya ve hoşgörüye teşvik etmeli, dostluk için harıl harıl çaba harcamalı ve hem her insanın kendi mezhebine yönelik ateşli bağlılığının hem de diğerlerinin kurnazlığının muhaliflere karşı tahrik ettiği tehlikeli ve mantıksız nefret eğilimini tamamen hafifletmelidir. Eğer vaizler her yerde bu barış ve hoşgörü doktrinini seslendirselerdi, bunun nasıl isabetli ve ne kadar büyük bir kazanç olacağını, bu insanların azalmamasını yahut başkaları veya kendileri tarafından azaltılmamasını arzuladığım itibarları üzerinde kesin bir kuşku yaratmak istiyormuş gibi görünmeyeyim diye, gösterme sorumluluğunu üzerime almıyorum. Fakat bunun böyle olması gerektiğini söylüyorum. Ve kendisinin Tanrı’nın Dünyasının bir vekili, İncil’in barışının bir öğütçüsü olduğunu söyleyen biri aksini öğretirse, ya uğraşının önemini anlamıyordur ya da bunu umursamıyordur; bu halde o, bir gün, Barış Prensine hesap verecektir. Eğer Hıristiyanlar, tekrarlanan tahriklerden ve artan haksızlıklardan sonra bile, intikamın bütün çeşitlerinden kaçınmaları gerektiği şeklinde ikaz edilmişlerse, onlara hiç zarar vermemiş, hiçbir eziyet çektirmemiş olanlara, bunlardan hiçbirini kabul etmeyenlere karşı şiddetten ve her cins kötü muameleden nasıl da çok sakınmaları gerekir! Bu uyarıyı ve kızgınlığı, muhakkak ki, sadece kendi işlerini düşünenlere karşı kullanmaları gerekir ve onlar, Tanrı indinde kabul edilebilir olduğuna ve sonsuz selametin en güçlü ümitlerine sahip olduğuna ikna oldukları tarzda Tanrı’ya tapmaktan (insanlar onlar hakkında ne düşünürlerse düşünsünler) başka hiçbir şey için endişe etmemelidirler. Özel aile içi işlerde, mülklerin yönetiminde, beden sağlığının korunmasında her insan, kendi iyiliği için neyin uygun olduğunu tasavvur edebilir ve en iyi olduğunu umduğu yönde gidebilir. Hiç kimse, komşularının işlerini kötü idare ettiğinden şikayetçi olamaz. Hiç kimse tarlasını ekerken veya kız kardeşlerini evlendirirken bir hata işlediği için başkasına kızamaz. Hiç kimse servetini meyhanelerde tüketen bir mirasyediyi cezalandıramaz. Her insan, bedeli ne olursa olsun, sık sık kiliseye gitmezse, orada tavırlarını alışılmış seremonilere kesin bir şekilde uydurmazsa, çocuklarını şu veya bu cemaatin kutsal sırlarının öğretilmesine getirmezse, bu, derhal büyük bir velveleye sebep olur. Komşular, haykırıp bağırırlar. Herkes, böylesine büyük bir suçun intikamcısı olmaya hazırdır; bağnazların, dava sonuçlandırılıncaya kadar beklemek için pek az sabırları vardır ve zavallı insanlar, duruma göre, özgürlüklerini, mülkiyetlerini veya hayatlarını kaybetmeye mahkum edilirler. Ah, her mezhepten kilise vaizlerimizin, hatasız insanın bulunmadığı şeklindeki bütün güçlü argümanları kendilerine uygulamaları gerekmektedir. Fakat onları kendi hallerine bırakalım. Başka bir yargı alanına ait olan güç araçlarıyla kendi eylemlerini haklı çıkaracak nedenler sağlayamazlar ve kilise adamının yetkileri sağlıksız bir hale gelir.

Bu metin Melih Yürüşen tarafından tercüme edilmiştir. Metnin burada tekrar yayınlanmasına izin verdikleri için kendilerine teşekkür ediyoruz. Bkz: John Locke, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, (Çev: Melih Yürüşen), Ankara: Liberte Yayınlari,1995. S.24-31.