İlk olarak,
hiçbir kilisenin hoşgörü görevi dolayısıyla, onca uyarıdan sonra, cemaatin
kanunlarına karşı suç işlemeye inatla devam eden hiç kimseyi koynunda
barındırmakla yükümlü olmadığını kabul ediyorum. Çünkü bunlar cemaatin
varoluş şartı olduğundan, onların ihlal edilmesine hiçbir eleştiri olmaksızın
müsaade edilirse, bu halde toplum derhal çözülür. Ama, her halükarda aforoz
uygulaması ve cezasının, bu yüzden topluluktan atılan kimsenin bedenine yahut
mallarına herhangi bir surette zarar verecek hiçbir hoyrat muameleye sevk etmemesine
dikkat edilmesi gerekir. Çünkü bütün zor kullanma yetkisi yargıya aittir ve hiçbir
özel şahsın, haksız bir zorbalık karşısında kendini savunma durumunda
kalmadıkça, hiçbir zaman zor kullanmaması gerekir. Aforoz etmek, aforoz edilen kişiyi
önceden sahip olduğu sivil çıkarlarından ne mahrum bırakır, ne de bırakabilir.
Bunların tümü, sivil-siyasi yönetime aittir ve hukuk sisteminin koruması
altındadır. Aforozun bütün gücü şunlara bağlıdır: topluluğun kararlığının
bu bakımdan belirtilmesine; bütün ile bazı üyeler arasındaki anlaşmanın
feshedilmeye başlamasına; toplumun oluşturduğu belirli işlere iştirakin
engellenmesine, yani ilişkinin kesilmesine ve hiç kimsenin herhangi bir sivil hakkının
elinden alınmaya kalkışılmamasına.
İkinci
olarak, belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, o başka kilise veya dindendir diye, sivil
çıkarları konusunda zarar vermeye hiçbir surette hakkı yoktur. Bir insan yahut bir
yerde ikamet eden kişi olarak ona ait olan bütün hakların ve ayrıcalıkların
bozulamaz bir şekilde korunması gerekir. İster bir Hıristiyan, ister bir putperest
(pagan) olsun, ona hiçbir şiddet yöneltilmemeli ve kötülük edilmemelidir. Hayır,
çıplak adaletin dar ölçüleriyle kendimizden memnun kalmamalıyız; merhamet,
cömertlik ve geniş fikirlilik buna ilave edilmelidir. İncil’in emrettiği budur,
aklın buyurduğu budur ve içinde doğduğumuz doğal ortaklığın bizden talep ettiği
budur. Eğer bir insan doğru yoldan ayrılırsa, bu onun kendi talihsizliğidir, size
hiçbir zararı yoktur; bu hayatta yapıp ettiklerinin öteki dünyada onu perişan etmesi
beklendiğinden onu cezalandırmamız gerekmez.
Dince
birbirlerinden farklı olan kişilerin, birbirlerini karşılıklı olarak hoş
görmelerine ilişkin olarak söylediklerimi, kendi aralarında tıpkı özel kişiler
gibi ilişki kuran belli kiliseler için de geçerli sayıyorum. Bu kiliselerden biri,
diğeri üzerinde hiçbir yargılama yetkisine sahip değildir; yönetici şu veya bu
komünyona girdiği zaman bile değildir. Çünkü, ne sivil yönetim kiliseye yeni haklar
verebilir, ne de kilise sivil yönetime. Öyle ki, siyasi yönetimin başı, ister
herhangi bir kiliseye katılsın, ister ondan ayrılsın, kilise daima önceden olduğu
gibi kalır –özgür ve gönüllü bir topluluk olarak. O, yöneticinin gelmesiyle ne
kılıcın gücünü talep eder, ne de yöneticinin gitmesiyle eğitme ve aforoz hakkını
kaybeder. Bu, -bu topluluğun, kendi kuruluşunun kurallarını ihlal eden üyelerini
uzaklaştırma hakkı vardır; ama yeni üyelerin iştirakiyle kendisine katılmayanlar
üzerinde herhangi bir yargılama hakkı kazanamaz. Ve bundan ötürü, barış, eşitlik
ve dostluğa, aynen özel kişilerde olduğu gibi ve birbirleri üzerinde hiçbir
üstünlük ve yargılama iddiası taşımadan, belli kiliseler tarafından da saygı
gösterilmesi gerekmektedir...
Sözün
kısası, hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne kiliseler, hatta ne de devletler olarak, din
vesilesiyle birbirlerinin dünyevi mallarına ve sivil haklarına tecavüz etmek yetkisine
sahiptir. Başka kanaatte olanlar, böylece, insanlığa nasıl öldürücü bir ihtilaf
ve savaş tohumu ettiklerini, sonsuz düşmanlıkları, yağmaları ve katliamları nasıl
tahrik ettiklerini kendi başlarına iyice düşünsünler. Bu düşünce, egemenliğin
zorla tesis edilmesi ve dinin silah gücüyle yayılması gerektiği fikrine üstün
gelmedikçe, insanlar arasındaki ortak dostluk korunamayacağı gibi, ne barış ne de
güvenlik tesis edilebilir.
Üçüncü
olarak, hoşgörü görevinin bazı ruhani nitelikleri ve işleri ile (ister kardinal,
rahip, papa, keşiş olsunlar, ister şu veya bu şekilde ayırt edilmiş olsunlar)
insanlığın artakalanından (onların bizi adlandırmak istedikleri gibi, diğer
mesleklerden olanlardan) ayrılan kişilerden ne talep ettiğine bakalım. Burada ruhban
sınıfının değerini ve kökensel gücünü sorgulamak benim işim değildir. Ben
sadece şunu söylüyorum, otoriteleri nereden doğmuş olursa olsun, ruhani olduğu
için, bu otoritenin kilise sınırları dahilinde kalması gerekir ve bu, hiçbir
şekilde sivil işlere yayılamaz. Çünkü kilisenin kendisi devletten ayrı ve farklı
bir şeydir. Her iki tarafta da sınırlar sabittir ve değiştirilemez. Kim
kökenlerinde, gayelerinde, işlerinde ve herşeyde birbirlerinden olağanüstü ölçüde
ayrı ve sonsuz derecede farklı olan bu iki toplumu birbirine karıştırırsa, o
cennetle dünyayı, en uzak ve en karşı şeyleri hep birlikte karmakarışık eder.
Bundan dolayı, hiç kimse, hangi ruhani görevle şereflendirilmiş olursa olsun, kendi
kilisesinden ve inancından olmayan başka birini aralarındaki din farklılığı
sebebiyle dünyevi malların bir kısmından veya özgürlüğünden mahrum edemez.
Çünkü bütün kilise için yasal olmayan herhangi bir şey, bir ruhani hakla, onun
üyelerinden biri için yasal hale gelemez.
Fakat hepsi bu kadar da değildir. Kilise adamlarının şiddet,
yağma ve zulmün bütün türlerinden kaçınması yetmez. Havarilerin halefi olduğunu
ileri süren ve öğretim işinin sorumluluğunu üstüne alan kilise adamı tembihlerini
bütün insanlara, yani Ortodoks olanlara olduğu kadar hatalı olanlara, imanda ve
ibadette kendilerini kabul edenlere olduğu kadar kendilerinden farklı olanlara da
yöneltmeye, onları barış ve iyi niyet görevleri hususunda uyarmaya mecburdur. O,
sebatkar bir şekilde, ister sade bir insan, ister yönetici (eğer kilisesinde bunlar
olacaksa) olsun, bütün insanları şefkate, tevazuya ve hoşgörüye teşvik etmeli,
dostluk için harıl harıl çaba harcamalı ve hem her insanın kendi mezhebine yönelik
ateşli bağlılığının hem de diğerlerinin kurnazlığının muhaliflere karşı
tahrik ettiği tehlikeli ve mantıksız nefret eğilimini tamamen hafifletmelidir. Eğer
vaizler her yerde bu barış ve hoşgörü doktrinini seslendirselerdi, bunun nasıl
isabetli ve ne kadar büyük bir kazanç olacağını, bu insanların azalmamasını yahut
başkaları veya kendileri tarafından azaltılmamasını arzuladığım itibarları
üzerinde kesin bir kuşku yaratmak istiyormuş gibi görünmeyeyim diye, gösterme
sorumluluğunu üzerime almıyorum. Fakat bunun böyle olması gerektiğini söylüyorum.
Ve kendisinin Tanrı’nın Dünyasının bir vekili, İncil’in barışının bir
öğütçüsü olduğunu söyleyen biri aksini öğretirse, ya uğraşının önemini
anlamıyordur ya da bunu umursamıyordur; bu halde o, bir gün, Barış Prensine hesap
verecektir. Eğer Hıristiyanlar, tekrarlanan tahriklerden ve artan haksızlıklardan
sonra bile, intikamın bütün çeşitlerinden kaçınmaları gerektiği şeklinde ikaz
edilmişlerse, onlara hiç zarar vermemiş, hiçbir eziyet çektirmemiş olanlara,
bunlardan hiçbirini kabul etmeyenlere karşı şiddetten ve her cins kötü muameleden
nasıl da çok sakınmaları gerekir! Bu uyarıyı ve kızgınlığı, muhakkak ki, sadece
kendi işlerini düşünenlere karşı kullanmaları gerekir ve onlar, Tanrı indinde
kabul edilebilir olduğuna ve sonsuz selametin en güçlü ümitlerine sahip olduğuna
ikna oldukları tarzda Tanrı’ya tapmaktan (insanlar onlar hakkında ne düşünürlerse
düşünsünler) başka hiçbir şey için endişe etmemelidirler. Özel aile içi
işlerde, mülklerin yönetiminde, beden sağlığının korunmasında her insan, kendi
iyiliği için neyin uygun olduğunu tasavvur edebilir ve en iyi olduğunu umduğu yönde
gidebilir. Hiç kimse, komşularının işlerini kötü idare ettiğinden şikayetçi
olamaz. Hiç kimse tarlasını ekerken veya kız kardeşlerini evlendirirken bir hata
işlediği için başkasına kızamaz. Hiç kimse servetini meyhanelerde tüketen bir
mirasyediyi cezalandıramaz. Her insan, bedeli ne olursa olsun, sık sık kiliseye
gitmezse, orada tavırlarını alışılmış seremonilere kesin bir şekilde uydurmazsa,
çocuklarını şu veya bu cemaatin kutsal sırlarının öğretilmesine getirmezse, bu,
derhal büyük bir velveleye sebep olur. Komşular, haykırıp bağırırlar. Herkes,
böylesine büyük bir suçun intikamcısı olmaya hazırdır; bağnazların, dava
sonuçlandırılıncaya kadar beklemek için pek az sabırları vardır ve zavallı
insanlar, duruma göre, özgürlüklerini, mülkiyetlerini veya hayatlarını kaybetmeye
mahkum edilirler. Ah, her mezhepten kilise vaizlerimizin, hatasız insanın bulunmadığı
şeklindeki bütün güçlü argümanları kendilerine uygulamaları gerekmektedir. Fakat
onları kendi hallerine bırakalım. Başka bir yargı alanına ait olan güç
araçlarıyla kendi eylemlerini haklı çıkaracak nedenler sağlayamazlar ve kilise
adamının yetkileri sağlıksız bir hale gelir.
Bu
metin Melih Yürüşen tarafından tercüme edilmiştir. Metnin burada tekrar
yayınlanmasına izin verdikleri için kendilerine teşekkür ediyoruz. Bkz: John Locke,
Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, (Çev: Melih Yürüşen), Ankara: Liberte Yayınlari,1995.
S.24-31.