POSTMODERN ANLAYIŞIN DÜŞÜNCE ÖNCÜLERİ

Seyfettin Aslan ve Abdullah Yılmaz

 

Sanatlarda postmodernizm tartışmaları Birleşik Devletler’de başlamış olsa da, kendilerini postmodern toplumsal teori olarak sunan, daha önceki Fransız kültürel ve toplumsal teorisinden yararlanan ilk çalışmalar 1970’lerin sonunda Fransa’da ortaya çıktı. Baudrillard, Lyotard, Deleuze/Guattari, Roland Barthes (1957), Ferdinand de Saussure (Jameson, 1972; Coward ve Ellis 1977), Henri Lefebvre (1971) ve Guy Debord (1970) postmodernizmin öncüleri olarak kabul edilir (Kellner, 1994: 230). Postmodernliğin gelişiminde aslan payı genellikle Fransızlara verilse de postmodernizme esin verenler Alman filozofları, özellikle de Nietzsche ve Heidegger’dir (Rosenau, 1998:35-36).

Baudrillard’a göre, modern endüstri toplumunun anahtarı üretimken, postmodern toplumda “gerçek” i önceleyen modeller olarak  “taklitler” toplumsal düzene egemen olmaya toplumu “hipergerçeklik” olarak oluşturmaya başlar. Baudrillard sanatın ve muhtemelen teorinin, siyasetin ve bireylerin yapabilecekleri tek şeyin zaten üretilmiş olan biçimleri biraraya getirmek ve bunlarla oynamak olduğunu savunur, O’na göre postmodernite, ne iyimser, ne de kötümserdir, sadece yıkıntılardan artakalanlarla oynanan bir oyundur (Kellner, 1994: 234-236).

Lyotard’a göre en gelişmiş ülkelerde 19. yüzyıldan beri süre gelen bilim, sanat ya da kısaca kültür süreçleri büyük bir dönüşüm geçirmektedirler ve bu dönüşüm içinde onun postmodern olarak tanımladığı durum ortaya çıkmaktadır. Lyotard postmodern durumu tanımlamakta “bilgiyi” temel ölçüt olarak almaktadır. Buna göre postmodern durum bir tür yeni epistomoloji olmaktadır. Tıpkı Baudrillard gibi Lyotard’da sanayi toplumuna özgü bir epistomolojinin geçerli hale geldiğinden sözetmektedir. Yani Lyotard için de belirleyici olan süreç, toplumsal değişim ve bu değişim ile gelinen sanayi ötesi toplumdur. Sanayi ötesi toplumda, sanayi toplumuna özgü epistomoloji çökmüştür; kuramların temsil özelliğinin olmadığı ortaya çıkmıştır (Şaylan, 1996: 40). Lyotard’a göre, postmodern meta anlatılar karşısında kuşkuculuk ve metafizik felsefenin, tarih felsefelerinin ve herhangi bir totalleştirici düşünce biçiminin (Hegelcilik, Liberalizm, Marksizm ya da buna benzer) reddi olarak tanımlanır. Dolayısıyla postmodern bilgi farklılıklara duyarlı olma özelliğimizi geliştirir ve başka bir şeyle kıyaslanamaz olanı hoşgörme yetimizi pekiştirmektedir (Kellner, 1994: 237). İşin özüne bakılacak olursa Lyotard, “Postmodern Durum” adlı yapıtının büyük bir bölümünde büyük anlatıların çağımızda güvenirliliklerini yitirdiklerini ve büyük anlatılar yerine çoğul, yerel ve küçük anlatıları tercih etmek gerektiğini söylemektedir.

Baudrillard ve Lyotard gibi Jameson’da toplumsal gelişmede temel bir kırılma olduğunu ve postmodern duruma benzer bir şeyin ortaya çıktığını fakat bu durumun bir neo-marksizan çerçeve içinde teorileştirilebileceğine inanmaktadır. Genel manzaraya derinlemesine bir bakışla Jameson postmodernizmi, hem yeni bir kültürel egemen hem de kapitalizmin yeni bir sosyo-ekonomik evresini oluşturan ‘geç kapitalizmin kültürel mantığı’ olarak sunmaktadır. Çalışmaları postmodernizm hakkındaki tartışmayı geniş bir kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasal fenomenler alanını kapsayacak şekilde yaymaktadır. Böylece Jameson postmodernizm tartışmasını kültürel teori ve meta-teori alanlarından toplumsal teori alanına doğru kaydırmaktadır (Kellner, 1994: 246).

Paul Feyerabend’e göre bilimin tanımında kesin tartışma ve düşünce özgürlüğü olmasına karşın yaşamda bunun tam tersinin ortaya çıktığı, bilimin baskıcı bir otorite işlevine sahip olduğu görülmektedir. Çünkü ona göre bilim de bir ideolojidir ve diğer ideolojilere göre bir üstünlüğü yoktur. Feyerabend, bilimin 17. ve 18. yüzyıllarda önemli hizmetler sağladığını ve insanın özgürleşimine katkılar yaptığını kabul etmektedir. Ama bu durum artık geçerli değildir; aksine, bilim anlayış ve uygulaması özgürleşmenin önünde bir engel konumuna gelmiştir. Bilimin temeli, önermelerin dış gerçekliği temsil eden doğrular olduğudur. Halbuki Feyerabend’e göre dış gerçeklik ile kuram arasında bir temsil yoktur ve bilimin değinilen temel çıkış noktası bir dogmatizmden başka birşey değildir. Postmodernizmin ünlü ve öncü düşünürlerinden biri olan Jacques Derrida, Feyerabend’in anarşik karşı çıkışını daha derli toplu ve sistematik hale getirmeye çalışmıştır. Derrida, toplum ve insanla ilgili bilgi alanında bir tür hermenötik kurgusu yaparak hem modernizmin bilim anlayışını eleştirme hem de bir postmodern toplum bilgisi oluşturma sorununu çözmeye çalışmıştır. Derrida’ya göre bilimin amacı doğru temsildir ve bilim önermeleri bu doğru temsilin aracıdır (Şaylan, 1996: 37).