İHRACATTA KARŞILAŞILAN SORUNLAR

 

 

Bugün Türkiye, yıllar boyunca izlenen yanlış ve eksik politikaların sonucu olarak üretemeyen, ürettiğinden verim elde edemeyen, üretiminden daha fazlasını tüketen bu nedenle borçluluğu git gide artan bir görünüm sergilemektedir. Özellikle son yirmi yılda ülkemiz üretimden tümüyle uzaklaşmıştır.

İhracatçı açısından bakıldığında Türkiye’nin temel sorununu üretim alanında karşımıza çıkmaktadır. Sağlıklı bir üretim yapısı oluşturmadan sağlıklı ve sürekli gelişen bir ticaret de mümkün olmayacaktır. Üretim ile ihracatın birbirinden ayrı, bağımsız parçalar halinde analiz edilmeye çalışılması sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır. Üretim ağır finansal yükler, teknolojik eksiklikler, pahalı girdiler, yetersiz enerji, maliyeti yüksek işgücü kıskacında can çekişmektedir. Ekonomik yüklere ek olarak siyasi istikrarın bulunmaması firmaların orta ve uzun vadeli plan yapmalarını engellemektedir. İstikrarın kurulamadığı bir siyasi ortamda faaliyet gösteren ihracatçıların daha çok üretip satması imkansızdır.

Türkiye uluslararası platformda rekabet gücünü kaybetmekte ve yılların emeği ile kazanılmış pazarlarda varlığını sürdürme mücadelesi vermektedir. Ancak içerdeki şartların hiçbirisi de işletmeler yardımcı olmamaktadır. Avrupa Birliği ile yapılan Gümrük Anlaşması’nın ceremesini çekerken semeresini alamamaktadır. Avrupa Birliği’nin Serbest Ticaret Anlaşması imzaladığı ülkelere Türkiye dahil olamamaktadır. AB’ ye girmeye aday ülke olmakla beraber diğer aday ülkelerin yararlandığı pek çok program ve fonlardan yararlanamamaktadır. 11 Eylül olayları sonrasında ABD ile yapılan görüşmeler beklenilen sonucu vermemiştir. Gümrük Birliği’ne istinaden AB ile ABD arasındaki şartlar Türkiye için de birebir geçerli olması gerekirken biz hala asimetrik işleyen trafiği arasında yer almaktayız. Tüm bu sıkıntıların kaynağı da ülkeler arası görüşmelerde gerekli adımların zamanında atılmamasıdır[1].

Uzun yıllardır ulaşılmaya çalışılan ihracat ve ithalat hedeflerini destekleyecek radikal gelişmeler de yaşanmamaktadır. 1980 sonrası özel kesim yatırımlarının ticarete konu olan ve ticarete konu olmayan sektörler[2] arasında dağılımının incelenmesi ortaya ilginç sonuçlar çıkarmaktadır. 1980 yılından sonra yatırımların sektörel dağılımında ortaya çıkan gelişmeler, yapısal uyum politikalarından beklenenin tersine bir gelişme göstermektedir. 1980 yılından önce  ticarete konu olan özel kesim yatırımlarının GSMH içindeki payı 1971-1976 arası % 7.9;  1977-1979 arası % 6.9 civarındadır. Bu oran 1980 yılında % 5’e düşmüş ve 15 yıl aynı düzeyde kalmış ve 1993 yılından itibaren % 6’ya yükselmiştir. 1999-2000 ekonomik kriz yıllarında ise yine % 5’e gerilemiştir.  

Halbuki özel kesimde ticarete konu olmayan sektörlerin GSMH içindeki payı  1981 yılında % 6’ya düşmüş, 1985 yılında  artış göstermeye başlayarak 1994 yılında % 13’e yükselmiştir. Bu oran 1998 yılına kadar korunurken, kriz yılları olan 1999-2000 arasında yine % 11’e gerilemiştir. Özetle denilebilir ki, dışa açılma politikaları ile birlikte, Türkiye’de içe dönük sektörlerin yatırım oranlarında bir artış görülürken, dışa açık sektörlerin yatırım paylarında bir duraklama söz konusu olmuştur[3].  

Türkiye ve dünya ihracatının sektörel yapısı incelendiğinde dünya ihracatı ile ülkemiz ihracatının sektörel dağılımı arasında hiçbir benzerlik görülmemesi önemli bir problemdir. 1980 sonrası dönemde, uygulanan teşvik politikaları sonucunda ihracatın ürün kompozisyonu sanayi ürünleri lehine zenginleşerek değişirken, zaman içinde başka tür bir olumsuz yapı oluşmuş; sanayi ürünleri ihracatımız dokuma-giyim ve demir-çelik ürünleri ihracatına büyük çapta bağımlı hale gelmiştir[4]. Bu gelişmeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin ihracatının, dünya ticaretinde yaşanan gelişmelere paralel bir gelişme göstermediği ifade edilmektedir.

Türkiye ihracatının sektörel yapısı incelendiğinde ise, sanayi ürünleri %82.6 gibi bir oranla ağırlıklı olmakla beraber, karşılaşılan yapının çok sağlıklı olduğunu söylemek güçtür. Dünya ihracatından %6 civarında pay alan tekstil ve konfeksiyon sektörü ihracatımızın yaklaşık %34’lük bölümünü oluşturmakta ve  bu ihracatın %50’si AB’ ye yönelmektedir. Bu bağımlı yapının sakıncası, bölgesel veya uluslararası konjonktürel değişimler ya da tüketici tercihlerindeki kaymaların etkilerinin ihracat performansımıza katlanarak yansıma riskidir. Bunun yanı sıra, sektörel bağımlılık dünya üretimi ve ticaretindeki sektörel trendlerin yakalanması sürecini de yavaşlatmaktadır. Örneğin, dünya ticaretindeki payı son on yılda katlanarak %14’lere ulaşan büro ve haberleşme cihazlarının ülkemiz ihracatındaki payı %3.8’ler düzeyindedir. Aynı şekilde, tekstil-konfeksiyon grubunun dünya ihracatı içindeki %6’larda olan payı giderek azalmaktadır[5].

Türkiye ihracatının bölgesel dağılımı ile dünya ithalatının bölgesel dağılımı karşılaştırıldığında, dünya ithalatında, Kuzey ve Latin Amerika ile Asya bölgelerinin payı giderek artarken, Türkiye'nin söz konusu bölgelere yönelik ihracatının yeterli düzeyde gelişme göstermediği müşahede edilmektedir. Diğer taraftan, Türkiye'nin eski Doğu Bloğu, Ortadoğu ve Afrika ülkelerine yönelik ihracat eğiliminin dünya ortalamasının üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Türkiye'nin yakın çevresinde yer alan ülkelerle ticari ilişki yoğunluğunun daha fazla olması şeklinde açıklanabilir. Batı Avrupa'nın dünya ithalatı içerisindeki ağırlığı azalırken, 1996 yılı itibariyle Türkiye'nin anılan bölgeye yönelik ihracatının toplam ihracat içindeki payının yüzde 50,9 düzeyinde olması aşırı bir bölgesel yoğunlaşmaya işaret etmektedir[6].

Türkiye, 1980’li yıllardan itibaren, rekabet gücünü artıracak politikalara uyum sağlama çabası içinde olmuş ve bu çabaların sonucu 2001 yılında yaklaşık 31 milyar dolarlık bir ihracata ulaşmıştır. Bununla birlikte, yıllar itibariyle ihracatın gelişimine bakıldığında, gerek dış pazar koşullarının gerek izlenen ekonomi politikalarının etkisi sonucunda istikrarlı bir ihracat artışının sağlanamadığı gözlenmektedir. Örneğin, 1982 yılında ihracat yüzde 22 oranında artarken 1983 yılında ihracatın artmaması, 1986 yılında ise yüzde 6 oranında küçülmesi istikrarlı bir gelişmenin sürdürülmediğini göstermektedir.

Son yıllarda uluslararası ticaretin yapısında da önemli değişiklikler meydana gelmektedir. Bu değişikliklerin en göze çarpanı ise dikey ihtisaslaşmadır. İhraç edilen ürünler için ithal girdi kullanımı olarak tanımlanan dikey ihtisaslaşmanın dünyada son yirmi beş yılda yüzde 40 oranında büyüme göstererek, dünya ticaretinin yüzde 30’unu kapsamıştır[7]. Bu konuda kamu yetkilileri çok dikkatli olmalı, gereğinden fazla dikey ihtisaslaşmaya gidilmesine izin verilmemelidir.

Ülke ihracatında en büyük desteklerden birini veren Eximbank’ın kaynak sorunu büyüktür. Bu sorununun çözülmemesi KOBİ’lerin ihracata yönelmelerinde yeterli desteği elde edememesine yol açmaktadır. KOBİ’lerin ihracat pazarına çekilmesi bu firmaları hem rekabetçi açıdan güçlendirecek, hem de vizyonlarının gelişmesine yardım edecektir.

İhracat yapmak isteyen firmaların ihracatı arttıramamalarının nedeni sadece kamudan ve ihracat stratejilerinin yanlışlığından kaynaklanmamaktadır. Ayrıca dış pazarların sürekli değişim içinde olması, bu pazarların çeşitli sınırlar koymaları da işletmeler açısından çeşitli sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İşletmelerin dış pazarlarda başarılı olabilmeleri ve rekabet edebilmeleri için bu sorunları ve engelleri analiz ederek aşmanın yollarını aramaları gerekmektedir.

Öncelikle bir çok ülke ithaline izin verdiği ürünlerin çeşitli standartları kapsamasını ve bu standartları karşıladığına dair belgeye sahip olunmasını zorunlu kılmaktadır. Örneğin Avrupa Birliği CE işaretinin kullanımı başlamıştır. Bu işareti taşımayan malların toplulukta üretimi veya satışını yasaklamıştır. Bu tür zorunlu işaretlere ek olarak ürünün uluslararası alanda kabul görürlüğünü arttıracak çeşitli standartlara da sahip olmak, Türk ürünlerinin büyük ve gelişmiş pazarlara girmesi açısından zorunluluktur. Kalite güvencesi verildiğini gösteren ISO 9000 Standartlarına  veya  doğal çevreye önem verildiğini gösteren ISO 14000 Çevre Yönetim Sistemi Belgesine işletmelerin sahip olması gerekmektedir. Bu tür zorunluluklar Türk firmalarının yapılarını yeniden elden geçirmelerini ve teknolojik değişimi hızla gerçekleştirmelerini zorunlu kılmaktadır.

Dış pazarlara açılmak isteyen KOBİ’ler ve dış ülke deneyimi olmayan bir kısım büyük firmalar dış  ticaret konusunda uzman elemanların yetersizliği yaşamaktadır. Türkiye’deki firmaların yaklaşık % 98’inin KOBİ olduğu noktasında dış pazarlara açılma konusunda uzaman eleman yetersizliği bu firmaların önünü tıkamaktadır. Ayrıca bu firmaların teknolojik değişimi de takip etmeleri ve yeni teknolojiyi uygulamaya koymaları kolay olmamaktadır. Bilgisizlik ve vizyon problemi yüzünden dış pazarları, iç talebin yetersiz olduğu dönemlerde kısa süreli çözüm olarak düşünmeleri yeni teknolojilere sahip olmalarını ve yeni yönetim kabiliyetleri geliştirmelerini önlemektedir.

Türkiye’nin dış pazarlardaki önündeki en önemli engellerden birisi de Türk malı imajıdır. Kalitesiz ve ucuz mal imajının Türk firmalarının dış pazarlardaki başarılı olmasını güçleştirmektedir. Daha önce girilmesi düşünülen pazarlarda faaliyet gösteren firmaların bıraktığı imajı değiştirmek güçtür. Uzun bir dönem sonunda oluşan ülke imajının kısa sürede değişmesi kolay değildir.


 

[1] Nurhan Yentürk (2002), “Yangın Söndü, Arsayı Kurtardık” Açık Site, http://www.aciksite.com/incs/yazilar.asp?Id=1459

[2] Bu iki temel ayırım tarım, imalat, maden ve turizmi içeren uluslararası ticarete konu olan sektörler, diğeri ise geri kalan hizmet sektörlerini içeren ticarete konu olmayan sektörlerdir.

[4] DTM, İhracat Stratejisi, www.dtm.gov.tr

[5] DTM, İhracat Stratejisi, www.dtm.gov.tr

[6] DTM, İhracat Stratejisi, www.dtm.gov.tr

[7] Activeline, “İhracat Rekabet Gücü ile Artıyor” http://www.activefinans.com/activeline/sayi21/ihracat.html

 

 

Kaynak: Prof.Dr. C.Can Aktan, Yrd.Doç.Dr.Emin Çivi ve Yrd.Doç.Dr.İstiklal Y. Vural " İhracat Stratejisi", (II. Muhammet Külünk İhracat Araştırmaları Yarışması, Birincilik Ödülü.)