Sosyal
ilişkilerde küresel ölçekte meydana geldiği düşünülen kapsamlı ve
çok boyutlu değişiklikleri ifade etmek için kullanılan kavramlardan
biri olan globalleşme kavramı farklı biçimlerde tanımlanabilir.
Üzerinde en fazla uzlaşmanın olduğu tanıma göre globalleşme, nihai
aşamada, ülkeler arasındaki gelir dağılımı farklılıklarını azaltan,
demokrasiyi evrensel norm haline getirerek kurumları ve yönetim
tarzlarını birbirine yakınlaştıran ve farklı kültürel yapıya sahip
olan kişilerin birbirleri ile daha sık ilişki kurmasını sağlayarak
kültürel zenginliği artıran ‘iyi nitelikli’ bir güçtür (Milanoviç,
2003:667). Olumlu sonuçlar meydana getiren bir süreç olarak ele
alındığında globalleşmenin, belirli önkoşullar (sağlam
makro-politikalar, fikri mülkiyet haklarının korunması, demokrasi ve
hukuk devleti ilkesinin hayata geçirilmesi, serbestleştirme v.b.)
yerine getirildiği zaman ülkeleri ve kişileri otomatik olarak
ekonomik refaha götürdüğü varsayılır. Karşıt görüşte olanlar ise
globalleşmeyi çocuk işgücünün ortaya çıkmasına, çevrenin tahrip
olmasına, yerel kültürlerin yok olmasına, zayıfların sömürülmesine,
kültürel homojenliğin ortadan kalkmasına ve işsizliğin artmasına
neden olan ‘kötü vasıflı’ bir süreç olarak ele alırlar.
Globalleşme,
genellikle, sosyal ilişkilerin yoğunlaşmasına ve ekonomik, kültürel,
sosyal ve siyasal bütünleşmenin artmasına yol açan mega-trendler ve
süreçler olarak tanımlanmaktadır. Teknolojik gelişmeler sonucunda
insanoğlunun ulaştığı yeni dönemde dünya ‘global köy’, toplum ‘bilgi
toplumu’ ve insanlığın ulaştığı zaman ‘tarihin sonu’ olarak
nitelenmekte ve sonuçta globalleşme, insanoğlunun kontrolü dışında
gelişen tarihsel ya da evrimsel bir süreç olarak görülmektedir
(Camilleri, 2002:77). Globalleşmeyi ortaya çıkaran temel faktör
teknolojik-teknik yenilik ve değişiklikler ise globalleşme gerekli,
kaçınılmaz ve geri döndürülemez bir süreçtir. Bu durumda hükümetler
değişime direnmeksizin sosyal ilişkilerin piyasa ve teknolojik
güçler tarafından belirlenmesine izin vermeli ve ortaya çıkması
olası olan ‘iyi’ sonuçlardan yararlanmalıdır. Ancak, globalleşme
yalnızca bir dizi süreçten oluşmaz; aynı zamanda, bilinçli bir
siyasi projedir. Başka bir deyişle, globalleşmeye yol açan
faktörlerden ilki teknolojik gelişmeler ise ikincisi gelişmiş
ülkeler ve global yönetişim kurumları tarafından yürütülen bilinçli
eylemler (serbestleştirme, yapısal dönüşüm ve uyum) ile
globalleşmenin getirilerinden yararlanmak isteyen ülkelerin global
ekonomiye yön veren gelişmiş ülkelerin siyasi ve ekonomik yapısına
uyum sağlama çabalarıdır (piyasa ekonomisinin benimsenmesi,
demokrasi ve hukuk devleti ilkesinin kabulü v.b.).
Globalleşme,
bireyler, toplumlar ve devletler arasındaki küresel düzeydeki
ilişkilerin ve karşılıklı bağımlılığın arttığı ve
derinleştiği bir süreçtir (Cohn, 2000:11 ve Jarblad, 2003:3).
Dünya’nın herhangi bir yerinde uygulanan bir politika dünyanın geri
kalanında önemli etkiler meydana getirir. Zira globalleşme tüm
toplumları ve tüm ülkeleri kapsayan bir süreçtir. Globalleşme bu
anlamda toplumları ve mekanları birbirine bağlayan ve küresel
ölçekte dışsal etkilere sahip olan sosyal ilişkilerdeki yoğunlaşmayı
ifade eder (Giddens, 1990).
Ekonomik
entegrasyonun artması ve sosyal ilişkilerdeki diğer yoğunlaşma
olayları yeni durumdan mümkün olan en fazla getiriyi elde etmeye
çalışan ülke ve firmaların uyum çabalarını artırmaktadır. Ülkeler
sınır aşan mobiliteye sahip üretim faktörlerini kendi ülkelerine
çekebilmek için egemenlikleri altında bulunan yerlerin yatırım
iklimini elverişli bir hale getirmeye çabalamakta ve dünyanın her
tarafında üretim faktörlerini kullanabilen ve mal ve hizmet üreterek
bunları küresel ölçekte pazarlayıp satabilen firmaları ülkelerine
çekmek için rekabet etmektedirler. Ancak globalleşme ile birlikte
sermayenin küresel ölçekte mobilitesinin artması dünya çapında
sosyal eşitsizliklerin şiddetlenmesine yol açmaktadır. Dünyada en
çok kazanan 225 kişinin serveti (1 trilyon Dolar) dünya nüfusunun en
yoksul % 47’sinin (2,5 milyar) yıllık gelirine eşittir ve dünyanın
en zengin üç kişisinin toplam varlıkları 48 en az gelişmiş ülkenin
milli gelirleri toplamından daha fazladır (Camilleri, 2002:81). 20.
yüzyıl boyunca insani gelişimde büyük ilerlemeler sağlanmasına
rağmen bu alandaki sıkıntılar sürmektedir. Günümüzde ilköğretim
çağındaki 104 milyon çocuk okula gidememekte; 831 milyon kişi
yetersiz beslenmekte; 1,1 milyar insan günde bir dolardan daha az
bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışmakta ve yaklaşık 1,2 milyar
insan sağlıklı suya erişememektedir (UNDP, 2004:129). OECD
ülkelerinde bile işsizlik son globalleşme dalgasının başlangıcı olan
1980’li yılların başından itibaren hızla artmaktadır. OECD
ülkelerinde 1991-2001 yılları arasında yıllık ortalama 33,7 milyon
kişi işsiz kalmıştır ve bu rakam 2003’te 37,3 milyon kişiye
ulaşmıştır (OECD, 2004:22). Dünyadaki en zengin ülkenin kişi başına
milli gelirinin en yoksul ülkeninkine oranı 19. yüzyıl sonunda 1/9
iken, günümüzde 1/60’a yükselmiştir (Birdsall, 2002:5). Milanovic
(2002)’in Gini Katsayısını esas alan ve 144 ülkeyi kapsayan
çalışmasının da ortaya koyduğu gibi küresel ölçekte gelir
dağılımındaki eşitsizlik giderek artmaktadır.
Globalleşme
sürecinde ortaya çıkan olumlu gelişmelerden (refah düzeyindeki
artış, insani gelişimdeki iyileşmeler, dış ticaret ve milli
gelirdeki artışlar v.b.) her ülke ve her bölge dengeli bir biçimde
yararlanamamaktadır. Günümüzde globalleşen ülkeler ile
globalleşmeden yarar elde eden ülkeler aynıdır: Kuzey Amerika, Batı
Avrupa ve Doğu Asya-Pasifik. Ekonomik entegrasyon bu üç bölge
arasında daha yoğundur. Üçlünün, kıta içi (Örneğin, Kuzey
Amerika’dan Kuzey Amerika’ya) ihracatları toplamı 1970 yılında
global ihracatın % 21.4’ü (Petrella, 1996:79) iken bu oran 2002’de %
47.2’ye yükselmiştir (WTO, 2003:33-35). Bu rakamlara kıtalar arası
(Örneğin, Batı Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya) ihracat rakamları
eklenirse bu üç bölgenin 2002 yılı itibarıyla dünya ihracatındaki
payı % 71,1 (1970’te % 60,8)’e ulaşır (WTO, 2003:33-35). Avrupa’daki
tüm ülkeler ile Asya’daki önemli ihracatçı ülkeler (Çin, Hindistan
ve en fazla ihracat yapan diğer ülkeler) dikkate alınırsa üçlünün
dünya ihracatındaki payı 2004’te % 87,1’e çıkar (WTO, 2004:19). Aynı
eğilim firma düzeyinde de görülmektedir. Dünya’daki en büyük 500 çok
uluslu şirketin sadece 185’i ABD dışındaki ülkelere aittir ve bu
alanda “üçlü”nün sahip olduğu toplam şirket sayısı 430’dur (Rugman,
2003:415). Bu yöndeki bölgeselleşme eğilimi dolaysız yabancı
yatırımlarda da kendini göstermektedir. Üçlü ticaret bloğu, 2004
yılında, global dolaysız yabancı sermaye girişlerinin % 79,2’sini;
çıkışlarının ise % 89,3’ünü gerçekleştirmiştir (UNCTAD,
2004:369-375). Global ekonomik entegrasyonun daha fazla yoğun olduğu
bölgelerde (Kuzey Amerika, Avrupa ve Doğu-Güney Asya) ülkelerin
üretim yapısı ve finansal-teknolojik altyapı açısından gittikçe
artan oranda homojen bir hale gelmekte, benzer politikalar
uygulamakta ve global refahtan aldıkları payı muhafaza
etmektedirler. Üçlü bloğa ait ülkelerin bu başarısında en büyük pay
ev sahipliği yaptıkları küresel ölçekte rekabetçi faaliyetler
sürdürme yeteneğine sahip çok sayıda çokuluslu şirkete aittir.